Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun Perşembe günü yapılan üçüncü toplantısından da sonuç çıkmadı. Ancak toplantı sonrasında Türk-İş Genel Başkan Yardımcısı Ramazan Ağar’ın açıklamaları Komisyon’un işleyişi, Türk İş’in komisyondaki işlevi ve önümüzdeki hafta yapılacak son toplantıdan çıkacak sonuç ve daha fazlası hakkında fikir vermek için yeterliydi.
Her şeyden önce Türk-İş Genel Başkan Yardımcısı’nın son toplantının akabinde yaptığı açıklamada altını çizerek ifade ettiği “Komisyon toplantısında rakam olarak yine hiçbir şey gündeme gelmedi” sözleri, tarafların zaten bu toplantıda sonuç almak gibi bir niyetleri olmadığını ortaya koyuyordu. Günlerdir 2025 yılında asgari ücretin ne kadar olması gerektiği üzerine birçok rakam ortaya atılıp kamuoyunda tartışılırken yeni asgari ücreti belirlemesi beklenen Komisyon’da üç toplantıdır herhangi bir rakamın telaffuz edilmemesi, Komisyon’un ücret pazarlığı yapmak yerine bir ortaoyunu sahnelediğini gösteriyor!
Oysa ulusal düzeyde asgari ücretin belirlenmesi bir ülkede yapılan en üst düzeyli toplu pazarlıktır. Hele ki Türkiye gibi ücretli çalışanların yaklaşık yarısının asgari ücret ve ona yakın bir ücret aldığı, geri kalanın çok önemli bölümünün ise ücreti, sigorta primi ve kıdem tazminatının asgari ücret esas alınarak belirlendiği düşünüldüğünde… Buna bir de ücretlilerin bakmakla yükümlü oldukları eklenirse, asgari ücret pazarlığının etkilediği kitle ve bunun toplumsal önemi daha iyi görülebilir.
Bunun anlamı şudur: Asgari Ücret Tespit Komisyonu adıyla kurulan masada, Türkiye nüfusunun yüzde 75-80 gibi büyük çoğunluğunun sofrasına kaç dilim ekmek koyacağının, nasıl bir evde oturacağının, sağlığı ve çocuğunun eğitimi için ne kadar harcama yapıp ne kadar hizmet alabileceğinin kısacası, yaşamın tümünü etkileyecek bir gelirin pazarlığının yapılması gerekir. Bu pazarlıkta on milyonlarca emekçi ve ailesini temsil eden Türk İş’ten de üzerindeki sorumluluğun bilinciyle hareket etmesini beklemek tüm emekçilerin hakkıdır.
Türk İş’in kendisinden beklenen sorumluluğu ne ölçüde yerine getirmekte olduğunu anlamak için Ağar’ın üçüncü toplantı sonrası yaptığı açıklamanın bütününe bakmak yeterlidir. Ağar, yukarıda alıntıladığımız konuşmasının devamında şunları söylemektedir: “Biz para talep eden tarafız, dolayısıyla para verenler ve hükümetimiz bir rakam söylesin ki biz de ona göre tavrımızı alalım. Görüşlerimizi sunduk, gerçekleşen enflasyonu söyledik. Bu ülkede yaşayan 8 milyon civarında asgari ücretli arkadaşlarımız bir nebze olsun ihtiyaçlarını karşılayabilsin diye konuştuk. Bu söylediklerimizden zaten hemen hemen bir rakam çıkıyor. Önümüzdeki hafta hem rakam hem sonuç gelir diye düşünüyoruz. Temennimiz milletin kabul edebileceği bir ücret getirmeleridir.”
Ağar’ın sözleri gösteriyor ki, Komisyon’da işçilerin, emekçilerin alın terinin karşılığının ve insanca yaşam hakkının pazarlığını yapması gereken Türk İş, bunu yapmak yerine emekçilerin ihtiyaçlarını “bir nebze” karşılayabilmelerini talep ederek ya da işveren ve iktidardan milletin kabul edebileceği bir ücret artışını uygun görmesini ‘temenni’ ederek, kendisini adeta “sadaka dileyen” bir konuma düşürmüştür.
Gerçi, Ağar’ın bu açıklamasının hemen ardından -asgari ücret konusunda bir rakam telaffuz etmediği için eleştirilen- Türk İş’in Genel Başkanı Ergün Atalay, Asgari Ücret Tespit Komisyonu’na katılan işçilerin önerdiği yüzde 45 enflasyon oranı ve üzerine yüzde 20 refah payı eklenerek asgari ücretin 29 bin 583 TL olmasına yönelik öneriyi, Türk İş’in teklifi olarak Komisyon’a ileteceklerini açıklamıştır. Ancak Atalay’ın işçilerden gelen baskının yarattığı mecburiyetten açıkladığı her halinden belli olan bu teklifi, Ağar’ın sözlerinde ifadesini bulan Türk İş’in on milyonlarca emekçinin sorumluluğunu üstlenmediği ve ulusal düzeyde bir toplu sözleşme olan “asgari ücret pazarlığını sadaka talebine indirgediği” gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır.
En çok üyeye sahip işçi örgütü olan Türk İş’in düştüğü bu durum, Türkiye işçi hareketi için son derece hazindir. Ancak bunun tüm sorumluluğunun sadece Türk İş’e ya da Türk İş’in mevcut yönetiminin üzerine yüklenemeyeceğini; birkaç istisna dışında Türkiye’de faaliyet yürüten sendikaların da Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC) ya da Avrupa Sendikalar Konfederasyonu (ETUC) vb uluslararası sendikal örgütlerin de gerek sendikal anlayışları gerekse eylemlilikleri bakımından Türk İş’ten pek farklı olmadığını da söylemeden geçmeyelim.
Sendikaların tarafı oldukları toplu pazarlıkta gücünü belirleyen etkenlerin başında “örgütlülükleri” gelir. Örgütlülüğün sadece bir işyerinde ya da belirli bir sektörde yüksek olması yeterli değildir, -özellikle Türk İş gibi ulusal düzeyde toplu pazarlıklara taraf olan- sendikaların işçi sınıfının tümünü kapsaması gerekir. Öte yandan sendikaların gücünü belirleyen sadece üye sayıları da değildir; işçilerin sınıf bilincine ne ölçüde vakıf olduğu da son derece önemlidir. Bu nedenle sendikaların örgütlenmenin yanı sıra burjuvazi karşısında işçi sınıfının -üretimden gelen gücünü kullanarak- tarihi dönüştürme yetisi ve gücüne sahip yegane sınıf olduğu bilincine ulaşmasını sağlayacak bir işlev de görmesi gerekir. Bunların yanı sıra sendikalar, sınıf bilinciyle hareket eden işçi sınıfının mücadelesine de öncülük etmek durumundadır. Tüm bu vasıflara sahip olabilmesi için ise sendikalar, her şeyden önce sermaye ile iktidardan bağımsız olmalı ve sendika içinde demokrasiyi sağlamalıdır.
Türk İş ve sendika sıfatı taşıyan diğer birçok oluşum, toplu pazarlıkta emekçilerin haklarını ve çıkarlarını savunmak için gerekli olan işlevlerin hemen hemen hiçbirine sahip değildir. Dolayısıyla yasal olarak sendika sıfatını kullansalar bile bu oluşumların sınıf mücadelesine bir katkısı olmadığı gibi kendilerinden beklenen sorumluluğu yerine getirmek bir yana; emekçileri sömüren, yoksullaştıran, açlığa, işsizliğe iten, iş cinayetlerinde yaşamlarını yitirmelerine neden olan uygulamaları “uzlaşma” adı altında meşrulaştırırlar. Bundan cesaret alan sermaye ve siyasi iktidar da sınıfsal güdüleriyle emekçiler üzerinde kurduğu hegemonyayı daha da güçlendirecek dayatmalarda bulunur. Grev yasakları, hakkını arayan işçilere yönelik şiddet ve baskı, sağlık ve sosyal güvenlik başta olmak üzere, kazanılmış hakların ortadan kaldırılması, ücretlerin açlık sınırı altında bırakılması ve yanı sıra çevreyi talan eden projeler, savaş politikaları, kentlerin rant alanına dönüştürülmesi, kaynakların sermayeye aktırılması bu dayatmalardan bazılarıdır.
Bugün AKP iktidarı, işçi sınıfının en önemli mücadele aracı olan grevi yasaklayarak fiilen ortadan kaldırmaya ve diğer tüm saldırı politikalarını uygulamaya cesaret edebiliyorsa, bunda toplu pazarlığı “sadaka dileme” seviyesine düşüren sendikaların önemli payı vardır. Dolayısıyla asgari ücretin ne kadar olacağı ya da grev yasaklarının nasıl aşılacağı, sendikaların ve işçi sınıfı hareketinin içinde bulunduğu durumdan ayrı düşünülemez.