Sevgili güzel ülkemde özgür yaşamak için yine yoldaşlarımız katledilmişti. Ama onların son sözleri, mücadeleleri ülkeleri içindi ve ülkeleri, güzel ülkem şimdi daha büyük bir tehlikenin eşiğindeyken yas tutamazdık
Reyhan Hacıoğlu
Ölümle yaşamın iç içe olduğu bir gerçekliktir Kürt halkının hakikati. O yüzden savaşa gitmeden önce halay çekerler. En ağır şarkılarda bile halay çeken bir halk… Belki uzaktan bakınca yadırganabilir ama yakından ve belki de tam içinden baktığınızda, o gerçekliği ancak anlayabiliyorsunuz.
Hangisi önce, hangisi sonra kurulmalı bilmiyorum sözün. Nazım ile Cihan katledilmeden önce yazacaklarımdan başlayayım.
‘Kime sorsan gösterir’
40 günü aşkın bir süredir devam eden, Amed’te başlayan, Dêrsim’den Xelfetî’ye (Halfeti), Êlih’ten (Batman) Mêrdîn’e (Mardin) uzanan yolculuğumun Rojava’ya yönelik saldırılara karşı Qamişlo sınırında nöbet eylemi başlatılan Nisêbîn (Nusaybin) durağındayım. Sanırım yolculuğum boyunca en çok etkilendiğim yer burası, Nisêbîn oldu.
Direniş alanı için ‘Kimse sorsan gösterir,’ dediler, öyle de oldu. Alanda halaylar, sloganlar, zılgıtlar ve her direniş alanında garip bir şekilde denk geldiğim ‘deliler’. Dêrsim’de bir amca “Akıllının parti ile ne işi olur, deliler ancak bizim gibi ölümü göze alır.” demişti. Bu söz o an için güldürse de korkunç etki bıraktı bende. Haklıydı, akıllının ölüme meydan okumakla ne işi olur ki?
Nöbet alanında ilk göze çarpan çok sayıda annenin bulunuşuydu. Birçoğunun çocuğu ya kavgada hayatını kaybetmiş ya da cezaevinde, ama olmasa ne ki, “Hepiniz bizim çocuğumuzsunuz” diyorlar her gelene sıkıca sarılıp.
Yakını uzaklaştırmanın nafile çabası
Qamişlo’nun Nisêbîn’e bu kadar yakın olduğunu tahmin etmemiştim. Evinde çamaşır yıkayandan, tarlasına gidene kadar herkesi görebiliyorsunuz buradan bakınca; ezan sesi, ıslık sesi ve silah sesleri o kadar yakın ki… Barikatlar, duvarlar ve onlarca asker ve polis ise sadece bu yakınlığı ‘uzaklaştırma’nın nafile çabası olarak düşüyor zihnimdeki resme.
Birçok ailenin yarısı orda yarısı burada. Ya kızları, kardeşleri orda ya gelinleri, kuzenleri. “Sınır” denilen şeyin anlamsızlığını insan burada iliklerine kadar hissediyor: Qamişlo 200 metre ötede işte
İşte bu “sınır” ve “güvenlik” arasında Rojava’nın Kürtler için bir topraktan çok öte olduğunu daha iyi anlıyor insan. Nöbet alanında olanların söylediği de tam olarak bu. Üzerinde “Rojava xeta me ya sor e (Rojava kırmızı çizgimizdir)” yazılı bu döviz de özetliyor bu durumu.
Tarihin sonu değil, 3. yol
Bütün dünyanın ‘Tarihin sonu’ dediği bir yerde Kürtler 3. bir yol var, diyor ve bunun için direniyor. Sadece kendileri için değil, dünya halkları için de ışık olan bir düşünceyle girilmiş bir kavgada kadınlı erkekli direniyorlar.
Nöbet alanında herkesin eli yüreğinde olsa da gözü umutla “sınırın” öte tarafında. Sloganlar, şarkılar oraya bakılarak söyleniyor. “Rojava demek Kürdistan demek” diyor hepsi.
Halay ve zılgıtların ardından evine misafir olduğum anneyle, diğer annelerle birlikte yola düşüyoruz. Yolda günün konuşmalarını hatta konuşamamaları değerlendiriyorlar. En çok kızdıkları ise Kürtçe konuşulmaması. Hatta bir anne bir konuşmacının Türkçesini beğenmediği için “Yarın da gelirse gidip Türkçe ‘yazıklar olsun’ diyeceğim” diyor, kendi aralarında gülüyorlar.
Asıl espriyi ise konuk olduğum anne yapıyor. Araçları bir taksi ile kafa kafaya gelen polislere, “Aaa! O kadar güçlüsünüz madem(!), alın kucağınıza koyun kenara, ma ne olmuş,” deyince polislerin şaşkın bakışları arasında diğerleri kahkahayı patlattı. Polisler anladı dalga geçildiğini ama çok geçti artık.
‘Derdimiz belediye değil, irademizin yok sayılması’
Gecenin ilerleyen saatlerinde söz dönüp dolaşıp elbette Nisêbîn yasaklarına geliyor. “Canımız çok yandı ama bize sırtını dönen Kürtler kadar hiçbir şey acı değildi.” diyor. Bugünü de kast ederek; “Bak şimdi de öyle değil mi?” diyor. Her Kürt gibi anne de kayyımlara tepkili ama tepkisinin sağlam bir temeli var: “Bakma AKP de kazansa hizmet yapacak bizim ki kazansa da, bizim kavgamız o değil ki, bizim kavgamız irademizi yok saymaları. Bizim derdimiz hizmet değil. Eskiden belediyelerimiz mi vardı? Dört duvarı alsak ne almasak ne ama irademizi yok sayıyorlar ya işte asıl öfkemiz ona.”
Anne Nisêbîn’deki özyönetim sürecinde herkesi tanımış, bir çırpıda etkilendiği isimleri sayıyor, “Bu halk çok kahraman doğurdu,” diyor. 92 Newroz’unu da görmüş: “Şehitler Köprüsü kan aktı, gösteririm sana da yarın. Çok şehit verdik biz. Bu halk çok acı çekti, biliyor musun Nusaybin’de çok çocuk babasız büyüdü,” diyor, hamile eşine ilaç almaya giderken katledilen bir babanın şimdi cezaevinde olan oğlundan bahsederken.
Kara haber düşüyor telefona
İşte tam o anda mesaj düşüyor telefonuma. Arkadaşlar, Nazım ve Cihan’ın katledildiğini yazıyor, ailelerinin haberi yok henüz, o yüzden paylaşılmasın diye de uyarıyorlar. Yüzüm düşünce “Ne oldu?” diyor anne, bir şey yok, desem de “Şehit var değil mi?” diyor. Belli değil daha yadê, diyorum…
Haberi aldıktan sonra yorgunum deyip erken yatmak istiyorum, anlıyor anne. Sabah ajanslar haberi geçince onlar da alıyor kara haberi.
Hazırlanıp alana geçiyoruz anneyle. Gazeteci arkadaşlarla selamlaşıp sarılıyoruz. İşte işin en zor kısmı orda başladı. Anneler sıraya girip baş sağlığı diledi bize… Resmi bir törendi Kürtler için yine! Sıkı sıkı sarılıp saçlarımızdan, alnımızdan öptüler. Gözlerimi kaçırdım hepsinden, gazeteci arkadaş kulağıma eğilip “Sakın ağlama heval” dedi. Zor anlardı. “Halkımızın başı sağ olsun” demekle yetindik.
‘Durup düşünsek altında kalırız’
Aslında politik bir halk olmanın her şeyini yaşıyor insan burada. Bir anne yanımıza gelip “Biz bildik bir şey var, arkadaşlar paylaşım yapıp siyah kurdele koyunca biz dedik bir şey var ama isim yazmıyorlardı. Bütün gece düşündüm acaba kime ne oldu diye,” dedi. Başka bir anne ise Nazım olduğunu tahmin etmiş: “Ben dedim kesin Nazım’a bir şey oldu. Haberlere de bağlanmadı. O çok göze geldi…”
Bütün gün sınıra baktım: Sevgili güzel ülkemde özgür yaşamak için yine yoldaşlarımız katledilmişti. Ama onların son sözleri, mücadeleleri ülkeleri içindi ve ülkeleri, güzel ülkem şimdi daha büyük bir tehlikenin eşiğindeyken yas tutamazdık. Bir dağ dervişi diyordu ya, “Ölümden geçiyoruz. Durup düşünsek altında kalırız!” Tam da öyleydi, şimdi yas tutma vakti değildi…
‘Bak yoldaşların geldi’
Cihan’ın ailesi Midyat’taydı, akşamüstü oraya geçtik. İçeri en son biz geçtik, önce haberlerimizi geçtik. Cihan’ın ablası fotoğraf makinelerimizi görünce sarılıp ağladı, “Bak yoldaşların geldi,” dedi. Anneler tek tek sarıldı Cihan’ın ablasına.
Bir anne konuşma yaptı, iki çocuğunu kaybetmiş bir anneydi. Buradan, “sınırdan” Nisêbîn’den yazılacak daha çok şey var ama annenin sözleriyle bitirmek istiyorum yazıyı:
“Burada çocuğunu, yakınını kaybetmemiş bir anne yok. Ama ağlamak da yok bize. Biz ki kahramanlar doğurmuş analarız, halkız. Sokakta biri ölse ailesi intikamını alacağız, der ama dönün bakın çocuklarımızın intikamını dünya alıyor. Onlar adımızı dünyaya duyurdu. Biz eşitlik isteyen “sıradan” bir halkken onların sayesinde dünyanın saygı duyduğu halklardan olduk. Kadınlar olarak adımız yoktu şimdi ülkemiz var. İşte bu yüzden katlediyorlar çocuklarımızı ama nafile. Bilsinler ki bizden bir alırlar biz bin geliriz… Sanmasınlar bitirecekler bizi, bizler ölsek doğacak çocuklarımız var, onlar ülkelerini size bırakmayacaklar.”