Kayyumların gölgesinde ‘barış’ meselesi konuşulurken Suriye’de ‘birden’ savaş patladı. Şimdi canlı tarihin akışı içerisindeyiz. Sn. Öcalan henüz 2019 yılında ‘ben bu süreçleri daha çok 1918-1919 dönemlerine benzetiyorum’ demişti. Türkiye için iç ve dış meselelerin aynılaştığını söylemişti. Bugünlerde yaşananlar Öcalan’ın tarihsel tespitlerini doğrular nitelikte
Rezan Sarıca
Her iletişim tek başına karşıdakinin muhatap alındığı anlamına gelmez. Muhatap olarak kabul ettiği ile kurduğu sözlü veya fiziki her temas da muhatap aldığı anlamına gelmez. Muhatap kabul etmek bir aşama iken muhatap almak daha ileri bir anlayış, içerik ve aşama demektir. Muhatap almak, eyleme geçildiği kadar karşıdakini özne olarak, irade olarak dinlemektir veya dinleyeceğini göstermektir. Karşılıklılık gerektiren bir durum olup ne dediğini merak etmek, anlamaya çalışmaktır. Demokrasi ancak bu şekilde vücut bulabilir. Yoksa demokrasi olmadan barış olur mu?
Bu kavram ve yaklaşım biçimleri Kürt meselesinde en kritik durumların başında gelmektedir. Demokratik bir anlayışla hareket etmeden, yanlış yol ve yöntemlerle doğru sonuca ulaşmak mümkün değil. O yüzden her şeyden önce kabul etmek ve ona göre politika üretmek sonuçlarla doğrudan bağlantılı. Dünya örneklerinde deneyimlendiği gibi müzakere, uzlaşma gibi yöntemler muhatap almakla paralel gelişen yöntemler. Ortak paydada uzlaşma anlayışı olmadan, müzakere edilmeden varılacak yer, her iki tarafın tahayyül ettiği yer olmayacaktır.
1 Ekim’den bu yana bu konularda ciddi bir kafa karışıklığı, zihin bulanıklığı var. Daha doğrusu vardı. Bu karışıklığın kalmadığını artık herkes görüyor. Evet devlet kanadının Sayın Abdullah Öcalan’ı nihayet ve yeniden Kürt meselesinde “muhatap kabul” ettiğini görmekteyiz. Yapılan çağrılar ve beklentilere dair açıklamalar ortada. Ama bu son iki ayın belirgin özelliği muhatap kabul etmekle muhatap alma arasındaki belirsizlikler ve kopukluklardır. Bu durum özne nesne ayrımı kadar önemlidir. Fakat bu denli tarihi önemde bir meselede henüz “muhatap alma” seviyesinde bir gelişmenin olduğunu görmek çok zor. Hatta Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Uçum’dan gelen “Bugün Öcalan’dan sadece ne yapması gerektiğine ilişkin bir yaklaşım bekleniyor. Yani onun ileri süreceği unsurlar, şunlar, bunlar karşılık bulacak bir pozisyonda değil…” şeklindeki açıklamalar muhatabına yaklaşım biçiminin açık ifadesidir. Sn. Öcalan’ın “koşullar oluşursa” söylemine bir yanıttır da aynı zamanda. Keza Bahçeli’nin “Kürt sorunu yoktur” söylemi de bu yaklaşımdan farklı bir anlama gelmemekte. O yüzden yapılan çağrılar, söylemler ve koşullar birbirini tutmuyor. Öcalan’ın, “tecrit devam ediyor” tespiti bu yüzden önemli. İmralı’daki hukuk ihlallerini teşhir ettiği gibi siyasi anlayışların da çözüme uygun bir zeminde olmadığını bize söylüyor. Bundan dolayı çözüme yönelik adımlar konusunda doğru aşamada doğru muhataba yönelik siyaset geliştirmenin hayati derecede önemli olduğu günlerden geçiyoruz. Denklemin yanlış kurulması sonucun ıskalanmasına veya demokratik kazanımların gerilemesine yol açabilir.
Muhataplık meselesi Kürt halkı açısından da farklı değil. Barış dediğimiz toplumsal bir barış ise, bir arada özgür eşit ortak bir yaşam ise o zaman Kürtlerin neler düşündüğü, neler istedikleri öncelikli olmalıdır. Demokrasi penceresinden bakmak, evrensel ilke ve değerlerle yaklaşım göstermek bunu gerektirir. Fakat bunun yerine Kürtlerin özgür iradeleri, milyonların seçim hakkı kayyumlarla yok sayılıyor. Bu anti demokratik adımlar ve kayyum politikaları kalıcılaştırılırken Aziz Nesin misali “du bakalım ne olacak” diyen kesimler oluyor. Durmanın zamanı değil, olan oluyor işte. Dikkat edecek olursak kimse Kürtler ne istiyor derdinde değil. Kürtler, şunu bunu yapmalı denilerek nesneleştiriliyor.
Barış söylemle değil ancak demokratik bir anlayışla gelebilir. Demokrasi, sadece inşa edilecek barış için değil, toplumsal barışın korunması, güvenceye kavuşması için de en temel yönetim biçimi olmalıdır. Fakat Kürtlerin iradelerini anlamak, tartışmak ve ortaklaşmak yerine devlet kanadının tek başına söylediklerinin kabul edilmesinin istendiğini görüyoruz. Kürtler adına konuşacaksın, soruyu sen soracaksın, yanıtı da sen vereceksin, en sonunda hükmü de sen açıklayacaksın! Demokrasinin özeti bu kadar. O zaman buna barışmak yerine tek taraflı bir dayatma denilebilir. Bunun yıllardır yapılandan ne farkı var? Meseleyi tanıma yerine zayıflayan inkar politikalarını güçlendirme ve restore etme sürecinde gibiyiz. Basına ve basın kanalıyla kamuoyuna zikredilen de bundan farklı değil. Her gün televizyonlarda bangır bangır seçeneksiz seçenek-ler anlatılıp sunuluyor. İstenilen seçimin yapılmaması ihtimalinde de hemen 1 Ekim öncesine dönülüyor!
1 Ekim’den önce yürütülen ret, inkar ve baskı politikalarından bugüne öznel anlamda farklı bir yaklaşım henüz ortaya çıkmadı. 2 aydır barış söylemi ile çok şey, çok fazlaca konuşuldu fakat barışa denk hukuksal, sosyal ve siyasal boyutlarda adımlar görülmedi. Devlet, 2015 yılından sonra ülke içinde tüm olanaklarını veya özellikle diplomasi, siyaset başta olmak üzere birçok alanın özgünlüğünü söndürmüş, güvenlik politikaları ekseninde eritmişti. Siyaset gibi bir kurumu devre dışı bırakmıştı. Şimdilik içerde benzer hedeflere, siyaset gibi bir kurumu dahil ederek varılmak istendiği anlaşılıyor. Şimdilik diyoruz çünkü Kürt meselesi ve İmralı tecridi üzerindeki sansürün kalkmak zorunda kaldığı bu dönemin sonunda demokratik bir çözümün ortaya çıkmasını istiyoruz. Bunun için bütünlüklü politikalara ve Öcalan’ın özgürlüğü gibi cesur adımlara ihtiyaç var. Çünkü çözümün Mandela’sı belli. Bunu devlet de ilan etmiş oldu. Fakat dönemin De Klark’ı kim olacak? Cevabını arayan asıl soru bu.
Kayyumların gölgesinde “barış” meselesi konuşulurken Suriye’de “birden” savaş patladı. Şimdi canlı tarihin akışı içerisindeyiz. Sn. Öcalan henüz 2019 yılında “ben bu süreçleri daha çok 1918-1919 dönemlerine benzetiyorum” demişti. Türkiye için iç ve dış meselelerin aynılaştığını söylemişti. Bugünlerde yaşananlar Öcalan’ın tarihsel tespitlerini doğrular nitelikte. Cumhuriyet’in kuruluş öncesi yılları, içeride Kürtlerin genellikle bir aşamaya kadar idare edildiği ve kimilerinin kriminalize edildiği bir dönem. Keza otoriter bir rejime karşı çıkan, demokratik anlayışın hakim olabileceği yönetim biçimlerine kafa yoran muhalif vekillerin, grupların tasfiye edildiği bir dönem. Dışarıda ise Osmanlı’dan Anadolu’ya doğru daralmanın seyrettiği bir dönem. Sonrası malum… Farklı bir açıdan da yaklaşsa Taha Akyol’un “Neden 29 Ekim” kitabı, Cumhuriyet’in homojenleştirilme adımlarını ortaya koyuyor. Bugün içerde ve dışarıda yaşananları bu tarih penceresinden bakarak okumakta fayda var.
Hatırlanırsa Bahçeli geçen yıl “Çok şey değişecek ama inşallah Türkiye değişmez” demişti. Fakat uluslararası hegemonik güçlerin içinde olduğu aşikar olan bugünlerdeki gelişmelerin henüz neye evrileceği tam belli olmasa da karanın az çok belirdiğini görmek gerekiyor. Halen geç değil. Bu gelişmeler ışığında yapılacak tercihler, geleceği demokratikleştirebileceği gibi karanlık bir yüzyıla da götürebilir.