Ulus-devlet inşacılığında Yahudi entelektüalizmi ve sermayeciliği (kapitalizmi), hep öncü rol oynamıştır. Ancak Katolik, Ortodoks ve İslami İmparatorlukların parçalanmasıyla Yahudilerin özgürlüklerine kavuşacaklarına ve giderek süreç içinde gelişen Yahudi milliyetçiliğinin Siyonist ideaları temelinde bir İsrail-Yahudi devletinin kurulacağına inanılmaktaydı
Ali Adalı
Ortadoğu’nun yaşadığı bunalımın temel kaynaklarından bir diğeri, Arap ulus-devletlerinin ve İsrail’in birlikte inşa süreçleridir. İngiltere, 19. yüzyılın başından itibaren Osmanlı İmparatorluğu üzerinde operasyonlara başladığında, Arap şeyhlerini koçbaşı olarak kullandı. Balkanlarda Grek kökenli Ortodoks din adamlarını kullanıp Yunan ulus-devletinin inşasına destek vererek, İmparatorluğun Balkanlardaki çözülüşünü hızlandırdı. İmparatorluğun güneyinde bulunan ve Hindistan yolu üzerinde stratejik bir konuma sahip olan Arabistan Yarımadasında, benzer bir faaliyeti, yani Arap ulus-devletçiliğini, Müslüman din adamlarının üst hiyerarşisini temsil eden şeyhler aracılığıyla desteklemeye başladı. Aynı dönemde Kürdistan üzerinde de Süleymaniye kökenli tarikat önderleriyle (Nakşiler ve Kadirîler başta olmak üzere) benzer girişimlerde bulundu. İran Şahlığı’nın güneyi üzerinde de gittikçe artan kontrolünü geliştirdi. Önce isyanlarla başlayan süreç, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra mandater rejimlerle, İkinci Dünya Savaşı’yla da tam teşekküllü ulus-devletlerle sonuçlandı. Bu arada Osmanlı İmparatorluğu, tasfiye oldu. Bölgede büyük bir boşluk oluştu veya oluşturuldu. İngiltere’nin kendisi, Hindistan’da yaptığının aksine direkt bir sömürgeci güç olarak bölgeye yerleşmedi. Ama rakip bir güç de bırakmadı. Türkiye Cumhuriyeti’ni, Arap manda rejimleriyle aynı çerçevede (Sivas Kongresi’nin ana tartışma konusu İngiliz veya ABD mandacılığı üzerineydi) ve aynı tarihte (1920) kurgulamak istedi. M. Kemal’in radikal duruşu (Fransız Devrimi’nde İngiliz tasarımı olan Meşruti Anayasal Krallığa karşı Montagnarların, Robespierre ve arkadaşlarının radikal cumhuriyetçi çıkışlarına oldukça benzeyen duruşu), sonucu cumhuriyete doğru çevirdi. Fakat özde değişen hiçbir şey yoktu. Arap manda rejimleri de kısa bir süre sonra benzer ulus-devletlere dönüşmüşlerdi. Krallık veya Cumhuriyet adlarını takmaları, minimalist ulus-devletçi özlerini değiştirmiyordu.
İsrail’in doğuşunun hızlanması da tam bu sürece denk düşer. İsrail, özünde 1550’lerde Amsterdam-Londra hattında modern devlet olarak gelişen, yaklaşık dörtyüz yıl süren ve Avrupa’yı kan deryasına çeviren ulus-devlet savaşlarının doğal bir ürünüdür. Ulus-devlet inşacılığında Yahudi entelektüalizmi ve sermayeciliği (kapitalizmi), hep öncü rol oynamıştır. Ancak Katolik, Ortodoks ve İslami İmparatorlukların parçalanmasıyla Yahudilerin özgürlüklerine kavuşacaklarına ve giderek süreç içinde gelişen Yahudi milliyetçiliğinin Siyonist ideaları temelinde bir İsrail-Yahudi devletinin kurulacağına inanılmaktaydı. Birinci Dünya Savaşı öncesi, sırası ve sonrasında bu inançlı, bilinçli ve örgütlü çalışmalar, sonuç verdi. Osmanlı İmparatorluğu’nun enkazı üzerinde kurulan minimalist Türkiye Cumhuriyeti ulus-devletçiliğiyle birlikte, çok sayıda minimalist Arap ulus-devletçiğinin yol açtığı ortamda, kutsal Sion ideolojisinin amaçladığı Yahudi ulus-devleti İsrail (1948), resmen ilan edildi. Türkiye Cumhuriyeti, kendi proto-İsrail özünü kanıtlarcasına, bu devleti tanıyan ilk ulus-devlet oldu.
İsrail’in kuruluş ve ilanı, sıradan bir olay değildir. İsrail, bölgede hegemonik rol oynayan en son güçler olan Osmanlı İmparatorluğu ve İran Şahlığı’nın bağımlı minimalist ulus-devletlere dönüştürülmelerinden doğan iktidar boşluğunu dolduran, Kapitalist Modernite Hegemonyacılığının çekirdek hegemon gücü olarak doğmuştur. Bu demektir ki bölgedeki diğer ulus-devletler, hegemon güç olan İsrail’in varlığını tanıdıkça meşru kabul edilecekler, tanımamaları halinde savaşlarla hizaya getirilinceye kadar yıpratılarak tanıyacak hale getirileceklerdir. Türkiye Cumhuriyeti, Mısır, Ürdün ve bazı Körfez ülkeleri, İsrail’i ilk tanıyanlardan oldukları için meşru birer ulus-devlet olarak kabul edilip sistem içine alınmışlardır. Geriye kalanlarıyla İsrail ve müttefikleri ve diğer ülkelerle birlikte savaş devam etmektedir. Filistin Sorunu çerçevesinde Araplarla, Körfez Sorunu çerçevesinde diğer İslâm ülkeleriyle yürütülen savaşlar ve çatışmalar, İsrail’in bölgedeki hegemonik varlığıyla yakından bağlantılıdır. İsrail’in hegemonyası tanınıncaya kadar bu çatışma, komplo, suikast ve savaşlar devam edecektir.
Ulus-devlet, sorun çözmez, sorun üretir
Kapitalist Modernitenin Ortadoğu’daki hegemonik kurgulanışını doğru kavramadıkça, neden yirmiiki Arap ulus-devletinin inşa edildiğini de doğru kavrayamayız. Ulus-devletçi küçük-burjuva bağımsızlıkçılığının sağ-sol, dinci-mezhepçi, etnikçi ve kavmiyetçi tarih yorumlarıyla, Ortadoğu’da kurgulanan Kapitalist Modernite doğru çözümlenemez. Bu bağlamda Arap Sorununun gerçeklikte olduğu gibi kavranması, öncelikle Kapitalist Modernite Hegemonyacılığının Ortadoğu’daki kurgulanışı ve tesis edilmesinin doğru kavranmasını gerektirir. Kendi başına filan ‘ulus-devletin şanlı kuruluşu’ gibi gerçeklerle alay eden tarih ve toplum zihniyetleriyle, hiçbir devlet ve toplum sorunu kavranamaz. Dolayısıyla Arap Sorunu sadece İsrail ile ilgili bir sorun olmadığı gibi bir Filistin-İsrail sorununa da indirgenemez. Arap toplumlarının yaşadığı en derin birincil sorun, öncelikle Arapların yirmiiki ulus-devletçiğe bölünmesinden kaynaklanmaktadır. Bu yirmiiki devlet, Kapitalist Modernitenin kolektif ajan örgütü olmaktan öteye bir rol oynayamaz. Varlıkları, Arap halkları açısından en temel sorundur. Bu bağlamda Arap Sorunu, bölgede Kapitalist Modernitenin kurgulanışı ve tesisiyle ilgili bir sorundur. Ancak bu kapsamda yani Kapitalist Modernitenin bölgedeki hegemonik gücü olarak İsrail ile ilgili bir sorunları olabilir.
Fakat unutmayalım ki, İsrail’i inşa eden güçlerle yirmiiki Arap-ulus-devletini inşa eden güçler aynıdır. Dolayısıyla İsrail’le ilişkileri ve çelişkileri kamuflaj niteliği taşır. Özde onlar da aynı hegemonik sistemi paylaştıkları için, bu çelişkiler güçlü olsa bile, ancak Kapitalist Modernitenin dışına çıkmaya cesaret ettiklerinde anlam taşıyabilir. Hem aynı Kapitalist Modernite Hegemonyası içinde kalacaksın hem de İsrail’i tanımayacaksın! Maskeli, sahte diplomasi, işte bu gerçeği inkâr etmekten kaynaklanmaktadır. İster Radikal İslâm, ister Ilımlı İslâm, ister Şia İslâm’ı olsun, Kapitalist Modernite yerine ikame edilmek istenen bütün İslami milliyetçi yaklaşımlar, koca bir sahtekârlıktan ibarettir. Çünkü bu İslâmcılık, 19. yüzyılın başından itibaren Kapitalist Modernitenin hegemonyasında gelişen bir milliyetçilik türevi olup, İslâm Uygarlığıyla da ilişkisi olmayan, kapitalizmin Ortadoğu’daki İslâm ülkelerine özgü bir ideolojik aracıdır. Son iki yüz yıldaki Siyasal İslâmcılıklar, kapitalist hegemonyanın maskeli ajanları olmaktan öteye bir rol oynayamazlar.
Eğer Kapitalist Modernite bağlamını aşamazsa, Arap-İsrail ve Filistin-İsrail çatışmaları, kedi ile fare arasındaki kavgaya benzemekten kurtulamaz. Sonuçta ortaya çıkan, yaklaşık yüz yıldır bütün Arap halklarının yaşam enerjisinin, sonucu önceden belli olan bu çatışmalarla heba edilmesidir. Bu çatışmalar icat edilmeseydi, sadece petrol gelirleri üzerinde on tane Japonya bedelinde bir Arabistan söz konusu olabilecekti. Bu saptamadan çıkan en önemli sonuç, Ortadoğu’daki Ulus-Devlet Sistematiğinin iddia edildiği gibi temel ulusal ve toplumsal sorunların çözüm kaynağı olmadığı, tersine sorunları geliştirmenin, ağırlaştırmanın, derinleştirmenin ve içinden çıkılmaz hale getirmenin kaynağı durumunda olduğudur. Ulus-devlet, sorun çözmez, sorun üretir. Daha da ötesi aynı sistem, sadece Ortadoğu devletlerini değil toplumlarını da güçleri tükeninceye kadar birbirleriyle çatıştırarak tüketmenin aracıdır. Irak gerçeği, bu tespiti gayet iyi doğrulamaktadır. Burada sorumluluğu, tümüyle Kapitalist Moderniteye yıkamayız. Sorun çözücü ve kurtuluşçu olarak ortaya çıkan İslâmcı ve solcu (reel sosyalist) ideolojiler ve politik organizasyonlar da en az Kapitalist Modernitenin taşıyıcı unsurları kadar sorumludur. Yaklaşık yüz yıldır halklarına önerdikleri hiçbir yöntem ve program, başarılı olmadığı gibi bunlar, Kapitalist Modernitenin bölgesel inşasına hizmet etmekten ve bu temelde kullanılmaktan öteye rol oynayamamışlardır. Arap ulus-devletçi ideolojiler ve politik örgütlenmeler bağlamında da bu gerçekliklerin rolünü inkâr edemeyiz.
Arap Sorunları da Türk, Türkiye Sorunları gibi çözülmez sorunlar değildir. Burada sorunlar, iki ana eksen üzerinde çözümlenmeye ve çözülmeye çalışılmaktadır: Birinci eksen, aynı sistem içinde kendi devlet ve toplum paylarını arttırarak, bunun için güdümlü çatışmalar yaratarak sonuç almaya dayanmaktadır. Filistin Kurtuluş Örgütü de dahil, Arap ulus-devletlerinin son elli yıldır denedikleri çatışma yöntemiyle varmak istedikleri sonuç budur. Mısır ile varılan Camp David benzeri anlaşmalarla bu eksen, er ya da geç tamamlanmak istenecektir. Fakat bu yol, Arap toplumsal sorunlarını daha da ağırlaştırmaktan ve radikal çözümlere zorlamaktan öteye bir anlam ifade etmez. Bu yol, petrole dayalı Arap oligarşik ulus-devletçilerini tatmin edebilir; ama halklarının çok derin olan ekonomik ve demokratik taleplerini asla karşılayamaz. Arap halklarının tarih boyunca dağ gibi birikmiş ekonomik ve demokratik sorunları vardır. Kapitalist Modernitenin uydusu olan Arap ulus-devletleri, bu sorunları çözmek bir yana, çözümün adını bile ağızlarına almak istemezler. Sürekli ağırlaştırılarak, sahte dinci ve mezhepçi çatışmalarla gizlenerek sorunlar, öyle bir noktaya doğru evrilmektedir ki ya Irak örneğinde görüldüğü gibi sonuna kadar çözülme, dağılma ve çatışmalara götürmekte ya da köklü ekonomik, sosyal, kültürel ve demokratik ulusal çözümler istemektedir.
Arap Sorunlarının çözümünde ikinci ana eksen, ancak Kapitalist Modernitenin aşılması temelinde söz konusu olabilir. Burada, sistemden kopuş söz konusudur. İslami Radikalizmin veya Siyasi İslâm’ın, alternatif modernite teşkil edemeyeceğini çok iyi bilmek gerekir. İslâm, kültür olarak ancak Kapitalist Moderniteye alternatif bir modernite yaşamında rol oynayabilir. Tüm Ortadoğu halklarının tarihsel ve toplumsal gerçekliklerine uygun modernite paradigması, Arap halkları için de en güçlü ve doğru seçenektir. Halklar için alternatif Modernite, Kapitalist Moderniteye karşı hep mücadele içinde olmuş, Demokratik Ulus, Sosyalist, Ekolojist, Feminist ve Kültürel Hareketlerin bütünlüğünden oluşan Demokratik Modernitedir.
Ortadoğu kültüründe ulus-devletler hegemon ulus-devletin yoğunlaşmış ajan kurumlarıdır – I
Devam edecek…