Tarihsel olduğu kadar yakın dönemin ve günümüzün mücadele değerleri, varlık olma bilinci ve direnişi içinde ortaya çıkan değerleri doğru sahiplenmek ve geliştirme gücünü göstermek son derece önemli olmaktadır. Günün tam anlamıyla piyasalaşmış, ticarileşmiş kültür ve edebiyatının bırakalım biraz soluk aldırmasını, bir bunalım öğesi ve etkeni olmaktan başka bir fonksiyonu olmuyor. Böylelerine bakarsanız evrensel düzeyde sanat yaptığını söyleyecektir. Hatta anlaşılmadığını iddia edecektir. Söylemiyle ürettikleri, yaptıkları arasında kör göze batacak kadar uçurum varken kendilerine bu kadar sevdalı olmaları da bir başka sorun tabii.
Aziz Nesin Türk’ün “aptallık” oranını söylerken bu oranın fazlasından daha fazla kişinin kendini şair kabul ettiğini de söylüyordu. M. Kemal’e methiye dizip ardından “Türk’ün gücünü göreceksiniz” diyenlerin okul kitaplarında dahi yayınlanacak, antolojilere alınacak kadar şair, hikaye ve roman yazarı kabul edildikleri bir ülkede sömürgecinin kültürel düzeyini anlamak herhalde zor olmasa gerek. Ee, Nazım Hikmet, Arif Nihat Asya ile istedikleri kadar övünebilirlerdi. Ne de olsa “bir kısrak başı gibi uzanan” bu vatan onlarındı. “Senin gözlerinle bakmayanın” gözleri oyulursa, bu da ne gururdu ama! Vahşiliğe medeniyet güzellemesi ancak bu kadar olabilirdi! Ahmed Arif veya Yaşar Kemal Türkçe yazdıkları sürece sorun değildi. Ne de olsa Kürt için değil, Türkçeye ve Türklüğe kültürün kodları taşırılmış oluyordu. Taşırılan, devşirilen, asimile edilen kültür değerleri iyi iş yapacaktı. Yaptı da zaten. Siyasal olarak iktidar gücü elindeyse ama birazcık bile kültür değerleri üretemiyorsan bu senin ne kadar zayıf olduğunu gösterir. Sıradan bir Türk’ün zihin dünyasının “bayrak vatan ve ezan”dan öteye geçmemiş olması da herhalde bu nedenle. AKP boşuna “biz sıradan Türk’ün partisiyiz” demiyordu.
Cizrawî kardeşlerin yanık seslerine, Şakiro’nun şakıyan diline, Ayşe Şan’ın kudretli haykırışına, Karabete Xeco’nun dinmeyen yalnızlığına karşılık nasıl türetildiklerinin iyi araştırılması gereken birileri çıkarılıyor, halkların kadim kültürü budanmakla kalmıyor, kendisine yabancı egemenin beslendiği kaynak haline getirilmeye çalışılıyordu. “İstiklal Marşı” bile ancak Kürdi bestelenip okunabiliyordu. Ozanlık silinmeyen ve hep çağıldayan halkların sesi, yaşam geleneğidir. Ama o da bıçakla kesilir gibi kesiliyordu. Soyadları “Güzelses”, “Tatlıses”, “Hoşses” olanlardan geçilmiyordu. Dersim’i üstelik bir kadının bombaladığından övgülenen Türklük onu “Gökçen”, parayı vererek Ay’a gönderileni “Gezeravcı” yapıyordu. Sabahat Akkiraz, Selda Bağcan artık kendileriyle övünebilirlerdi. Aslı olma demek ki söylendiği gibi olmuyormuş. Hele de halkın sanat öncüsü hiç olunmuyormuş. İnkârın da, asimile olanın da bir dili varmış ve onu dün olduğu gibi bugün yapanlar hiç de az değilmiş.
Tam da böylesi bir ortamda Kürtlük ne yapacak? Kürt sanatını; müzik, resim ve edebiyatını yapanlar nasıl yapacak ki kendini var eden değerlerle birlikte yaşayacak ya da diğer bir anlatımla sömürgeciliğe karşı direnecek? Dahası nasıl geliştirip büyütecek?
Özgürlük mücadelesi ile ortaya çıkarılan sanat değerlerinin önemli bir kısmı bugün de bütün canlılığıyla yaşıyor, dillerden eksik olmuyor. Direnme azmi, moral güç kazandıran her sanat çalışması toplumda karşılığını buluyor. Güzel bir söz veya su gibi akan bir ezginin en zor zamanlarda bile kazandırdığı cesaret ve yaşama kararlılığını bilenler için ölümsüzdür. Edule’yi “porkurê” yapan Dewreş’in yenilgisi değil, varlık olmanın unutulmaz direnişidir. Başarmanın ve kazanmanın sanatsal değerini bilmeyenler doğru bir cümle kuramaz, yüreklere dokunan bir notayı elbette dillendiremez. Acıyı, trajediyi söylem kılan dilin hakikat değerini piyasaya düşürmek ancak katıksız sıradanlık ve kendisini egemenine benzetmekle açıklanabilir. Demek ki ezginin eşliğinde “şehit namırın” diye haykırarak “govend” tutmayı belki bir kimliğin kendisini kendi dilinde ifade etmesi olarak adlandırılabilir ama sanatın en güzel figürlerine kavuşmuş hali olarak dansın estetiği olduğu söylenemez. Kültürün oyun ve dansla ilişkisi otantiktir. Batı’nın “çıs çıs” metalindeki tenekelilik bir dışavurum olabilir ama kesinlikle sanatın figürü değildir. Govendlerimizdeki o harikulade ahenk ve sanatsal figür bile ne oldum delisi kişiliklerin dışavurumuna dönmüştür adeta. Bir sarhoşluk halini andırıyor çokca. Hatta zıvanadan çıkma bile denilebilir. Her şeyin Kürdileştirilmesi ne kadar sakat ve tehlikeliyse Kürdi olanın avaneleştirilmesi de o kadar sakat ve tehlikeli olmaktadır. Tacirlik ile açıklanabilir belki. Öyledir de. Ticarileştirilmeyen bir kültür değeri neredeyse kalmadı. Ama daha kötüsü zihniyet ve kimlik bulmamış, ruhu ve bedeni kasıp kavuran güdülerin sıradanlaşmış hali ile dolanların ortalık yerde dolaşan birer kadavra olduğu rahatlıkla belirtilebilir.
Hakikatin sanatsal değerinin propaganda kılınmış hali şüphesiz çok değerlidir. Fakat bu değeri kendinden menkul kişiliklerine addetmek, bireysel yeteneklerini birer tanrı vergisi olarak sayıp dökerek sadece kendine öykünenler de az değil. Taklidin çıldırtıcı, bayağılaştıran hali yanında yalnızca kendine öykünmenin kapanmaz aykırılığında dolap beygiri gibi dolananlara “sanatçı” demenin hiçbir çekiciliği yok. Özgürlük türküsü ile büyüyenler özgür kalmayı bilirler. Eksiklik onu yarım bilmekten ya da hiç bilmemekten kaynaklanıyor. Cahilliğine sevdalanmış biri belki kocaman etkinliklere katılabilir, propagandası iyi yapılmış kitaplara imza atabilir ama halkının derdine deva olacak bir cümle dahi kuramaz. Tersine halkından ve tarihinden yemekle meşgul olur.
Demek ki kültür ve sanat çalışmalarında kişilik edinmeyi önemsemeliyiz. Doğru bir zihinsel dünyası olmayanlar belki büyük “şair”, “öykücü” payesi ile ödüllendirilebilir ama onca emeği verilen, uğrunda hapisler yatılan değerlerin düşünsel ve siyasal savunusu yapılmazsa geriye pek de bir şeyin kalmadığı bunca yaşanmışlık çokça kanıtlamıştır. Yani demem odur ki, düşünceden ve siyasetten düşmek özgür üretime götürmez, tersine avareleştirerek başkalarının mezesi yapar. Siyasal tutarlılık, kültür ve sanat faaliyetlerinin karşıtına asla benzemeden ve onun yemesine de izin vermeden yapılanıdır. Bundandır ki hiç eskimeyen eserlerden söz ediyoruz.